Gelirimizin çoğunu bağışlamamız gerektiğini öne süren bir etik argümanıyla karşılaştığımızda, insan doğasına neredeyse kimsenin uyamayacağı kadar aykırı olan ahlaki bir ölçütün herhangi bir anlamının olup olmadığını sorgulayabiliriz. Bu konu üzerine yıllarca konuşup yazarken fark etmiştim ki, bazıları için, daha yüksek bir ahlaki ölçütü yakalamak için gayret etmek, onlar bu ölçütü yakalayamasa da, onları doğru yola götürüyor. 5. bölümde sözü geçen, Shang ve Croson’un yaptığı araştırma bu çıkarımı destekliyor: Amerikan halk radyosu istasyonlarını arayanların yaptığı bağış, başkalarının yaptığı büyük bağışların onlara söylenmesiyle, kısıtlı bir miktarda olsa da, artırılabiliyor. İnsanlardan, neredeyse herkesin verdiğinden daha fazlasını istemek, onların hevesini kaçırma riskini ortaya çıkarıyor. Doğru şeyi yapmanın neler gerektirdiğini görüp gözü korkanlar, kendilerine neden bunu deneme zahmetine girdiklerini sorabilirler. Bu tehlikeyi önlemek için, insanlardan mümkün olan en pozitif yanıtları almamıza imkân tanıyacak bir bağışlama seviyesini savunmalıyız. Eğer yokluk içinde yaşayanların ihtiyaç duydukları yardımı alabildiklerini görmek, yani en iyi sonucu almak istiyorsak, en çok bağışın toplanabileceği bağışlama seviyesini savunmalıyız.
Dolayısıyla, bu bölümde çok daha kolay ulaşılabilecek bir bağış hedefini öneriyorum: Maddi açıdan rahat olanlar için yıllık gelirlerinin %5’i, bu gelir seviyesinin altındakiler için daha azı ve çok zenginler için ise çok daha fazlası. Umudum o ki insanlar bu düzeylerde bağışlar yapabileceklerine ve böyle bağışlar yapmaları gerektiğine ikna olurlar. İnanıyorum ki, bu bağış hedefini yakalamak, iyi bir yaşamın temel unsurlarından biri olan bağışlamanın ahlaki önemini yeniden canlandıracak. Ve eğer bu, geniş kitlelerce benimsenirse, aşırı yoksulluğu bitirmek için gerekenden çok daha fazla paramız olacak.
Kabul etmeliyim ki, bu bağışlama ölçütü, daha önceden ileri sürdüğüm ahlaki argümanın gerektirdiği bağışlama ölçütünden aşağı kalıyor. Nitekim, insanların çoğu, gelirlerinin %5’ini bağışladıktan sonra, kurtardıkları yaşamlardan daha önemli herhangi bir şey feda etmeden daha fazla bağış yapabilir. Bu durumda, argümanıma göre yapmaları gerekenin çok azını yapmış olmalarına rağmen, nasıl olur da gelirlerinin %5’ini bağışlayan insanların yükümlülüklerini yerine getirdiklerini söyleyebilirim? Bunu söyleyebilmem, bir birey olarak yapmam gereken ile yazılarım ve konuşmalarımda savunmam gereken prensiplerin ya da ahlaki kuralların arasındaki farka dayanıyor.
İlk bakışta, yapmamız gereken ile savunmamız gereken arasında bir fark olmaması gerektiğini düşünebiliriz. Fakat bu, ahlaki kuralların kabul görmesi ve onlara uyulabilmesi için, bu kuralların insan doğasının evrimleşmiş haline ve kabileci geçmişimizin tuhaf kalıntılarına ayak uydurması gerektiği gerçeğini göz ardı ediyor. Bu kalıntılardan biri, 4. bölümde de gördüğümüz üzere, hiç görmeyeceğimiz ve adlarını bile bilmediğimiz bize uzak yabancılardan ziyade, tanıdığımız veya kimliğini saptayabildiğimiz bireylere yardım etmeye daha meyilli olduğumuz. Yani, eğer ben maddi açıdan rahat olan herkesin, çocukları sıtmadan ve diğer önlenebilir hastalıklardan korumak için kendilerini yoksulluk eşiğine getirecek kadar yardımda bulunması gerektiğini savunursam, çok az insan bu isteklerim doğrultusunda davranır ve böylece çok az insana yardım edilmiş olur.
Ne kadar bağış yapmam gerektiği konusunda kendi kararımı verirken ise, davranmam gerektiği gibi davranmamam için bir gerekçe olarak insan doğasına başvuramam. Fransız varoluşçu filozof Jean-Paul Sartre’ın da belirttiği gibi, kendime ne yapmam gerektiğini sorduğumda, ben özgürüm. Bu durumda benim için “Gelirimin çoğunu Afrika’daki yabancılara yardım etmek için veremem, çünkü ben insanım ve insanlar kendilerine uzak olan ve adlarını sanlarını bilmedikleri yabancılar için, etraflarındaki bildikleri ve tanıdıkları insanlar kadar endişelenmezler” demek, basitçe, doğru olmaz. Bu benim neden fazla paramı The Life You Can Save tarafından önerilen yardım kuruluşlarına bağışlamadığımı açıklar, fakat böyle yapmamı meşrulaştırmaz, hatta bağış yapmamam için bir sebep bile sunmaz. Doğru bulduğum ve elimden gelen bir şeyi yapmak yerine başka bir şeyi seçip, bunun için bir gerekçe olarak insan doğasına başvurursam, varoluşçuların favori kınama terimlerinden birini kullanmak gerekirse, “özgünlükten yoksun” olurum.
Bu söylediklerim kulağa karmaşık geliyorsa, bunun kısmen sebebi, ahlakı siyah ya da beyaz olarak düşünmeye alışmış olmamız. Ya doğru olanı yaparsın ve övülmeyi hak edersin ya da yanlış olanı yaparsın ve doğru olanı yapmadığın için suçlanmayı hak edersin. Fakat ahlaki yaşam bundan çok daha nüanslıdır. Biz, övgüyü ve suçlamayı, davranışları şekillendirmek için kullanırız ve bunun ölçütü çoğunluğun sergilemesini beklemenin makul olduğu davranışlara göre şekillenir. Dolayısıyla övgü ve suçlama, en azından göstere göstere kullanıldığında, bizim açıktan açığa savunduğumuz ölçüte –yani kendi davranışlarımıza uyguladığımız daha yüksek ölçütten ziyade, açıktan açığa savunulması en iyi sonuçları getirecek olan ölçüte– uymalıdır. İnsanları, kendileriyle aynı durumda olan çoğu insandan ciddi anlamda daha iyi işler çıkardıkları için övmeli ve ciddi anlamda daha kötü işler çıkardıkları için suçlamalıyız. Eğer payına düşenden daha fazlasını yaptıysan, bu, en azından hak ettiğin suçlamayı hafifletmeli. Eğer genelgeçer ahlaki standartların ötesine gittiysen, daha da fazlasını yapamadığın için seni suçlamak yerine, bunu yapabildiğin için seni övmeliyiz.
Zengin ve Ünlüleri Yargılamak
İşte bu, bizi, çoğu hayır kurumlarına muazzam bağışlar yapmış olan dünyanın en zengin insanlarına geri getiriyor. Yoksullukla savaşmak için 50 milyar dolar bağışlamalarına rağmen hala dünyanın en zenginleri arasında olan Bill ve Melinda Gates hakkında nasıl düşünmeliyiz?
Gates ailesi en yüksek ölçütün ne olduğunu biliyor. Bu farkındalık, Bill ve Melinda Gates Vakfı’nın internet sitesinde öne çıkıyor: “BÜTÜN YAŞAMLAR EŞİT DERECEDE DEĞERLİDİR”. Bill Gates’in söylediğine göre, kendisi, hayırseverliğe, her yıl yarım milyon çocuğun rotavirüsten öldüğünü okuduktan sonra başlamış. Bundan önce rotavirüsü hiç duymamış. (Bu virüs, çocuklarda ağır ishal görülmesinin en yaygın nedenidir.) Kendisine sormuş: “Nasıl olur da her yıl yarım milyon çocuğu öldüren bir şeyi hiç duymam?” Daha sonradan öğrenmiş ki, düşük gelirli ülkelerde milyonlarca çocuk, Birleşik Devletler’de ortadan kalkmış olan ya da neredeyse ortadan kalkmış olan hastalıklardan dolayı ölüyor. Bu onu çok sarsmış, çünkü daha önceden, hükümetlerin, hayat kurtaracak aşıların ve tedavilerin, bunlara ihtiyaç duyan insanlara sağlanabilmesi için yapılabilecek her şeyi yapacağını varsayıyormuş. Bill Gates’in anlattığına göre, kendisi ve eşi Melinda, bu durumu ele aldıklarında “şu acı sonuca varmaktan kaçamamışlar: –günümüz dünyasında– bazı yaşamlar kurtarılmaya değer bulunurken bazıları ise kurtarılmaya değer bulunmuyor”. Kendilerine, “bunun gerçek olamayacağını” söylemelerine rağmen, gerçek olduğunu biliyorlarmış ve bu, 28,8 milyar dolarlık ilk bağışı yaptıkları ve 2008’den beri olabildiğince efektif olması için gayret gösterdikleri vakfı kurmalarına yol açmış.
Bu bağış o zamana kadar yapılmış en büyük hayırsever bağıştı. Öyle ki, enflasyon hesaba katıldığında bile Carnegie ve Rockefeller’ın yaşamları boyunca yaptıkları bağış, bunun çok gerisinde kalıyordu. O zamandan beri Warren Buffett, büyük bir kısmı Gates Vakfı’na olmak üzere, yaklaşık 31 milyar dolar bağış yaptı ve servetinin %99’unu bağışlayacağını taahhüt etti. Bill ve Melinda Gates ile Warren Buffett cömertlikleri için ve en büyük binalara ya da kurumlara adlarını vermek yerine seçtikleri iyilik yapma yolları sebebiyle takdir edilmeyi hak ediyorlar. Fakat şu hala açık ki Gatesler, bütün cömertliklerine rağmen, bütün insanların eşit derecede değerli olduğu fikrine göre yaşamıyorlar. Gateslerin Seattle yakınlarındaki bir gölün kenarında bulunan 6131 metrekarelik, yüksek teknolojiyle donatılmış evlerinin değerinin yaklaşık 127 milyon dolar olduğu tahmin ediliyor. Emlak vergileri, yaklaşık 1 milyon dolara tekabül ediyor. Gates’in sahip oldukları arasında, Leonardo da Vinci’nin mülkiyeti özel tek el yazması eseri olan ve Gates’in sahip olmak için 1994’te 30,8 milyon dolar ödediği Codex Leicester de var. Dolayısıyla, Gatesleri, çoğu insandan, ki bunlara çoğu süper zengin de dahil, daha fazla bağış yaptıkları için övmeli miyiz yoksa onları başkaları hala önlenebilir hastalıklardan ölürken lüks içinde yaşamaya devam ettikleri için suçlamalı mıyız? Daha fazla bağış yapabilirlerdi, ki çok büyük ihtimalle yapacaklar da –bu kitabın ilk baskısı yayınlandıktan sonraki 10 yıl içinde 21 milyar dolar daha bağış yaptılar ve ellerindeki servetin neredeyse tamamını yaşarken bağışlayacaklarını ilan ettiler– fakat daha fazlasını yapmamış olsalar bile, bence onları bağışladıkları miktar için ve başka milyarderler için bir örnek teşkil ettikleri için övmeliyiz. Bu durumun aynısı, 84 milyar dolarlık servetinin %99’unu bağışladığında bile kendisine 840 milyon dolar kalacak olan Warren Buffett için de geçerli. (Buffett hala Omaha’daki 1956’da satın aldığı görece sade evinde yaşıyor, dolayısıyla servetinin %99’undan daha fazlasını da verebilir.)
Herkes için Geçerli Olacak Ölçüt
Bu da bizi, herkes için geçerli olacak bağışlama ölçütüne getiriyor. 2. bölümde gördük ki Musevilik, Hristiyanlık ve İslam dinlerinin üçünde de bir insanın ne kadar bağış yapması gerektiğine dair kurallar var. Museviler için bu, geleneksel aşar, yani gelirlerinin %10’u. Roma Katolik Kilisesinin mülkiyetle ilgili olan doğal hukuk anlatılarının, bu kitabın 2. Bölümünde alıntılanan kısmı ise, bu bağışlama ölçütünü, aşırı bol olan her şeyin, yeterince yiyecek bulamayan ve buna benzer temel ihtiyaçlarını karşılayamayan herkese verilmesi noktasına taşıyor –ki bu Musevilerin ölçütünden çok daha talepkar. (Yüksek gelirli toplumlarda, çoğu insanın elindeki pek çok şeyin aşırı bol olduğu söylenebilir.) Protestanlar aşarı kabul etmeye daha yatkınlar ve bu tercihlerini de İncil yazarları Matta ve Luka’nın İsa’dan naklettiği sözlerine dayandırıyorlar. Müslümanlar ise, her yıl ellerindeki servetin –gelirin değil– 1/40’ını vermek zorundalar, lakin bu oran, kişinin sahip olduğu varlıkların niteliğine göre değişiyor ve 1/40 oranı sadece alt sınırı belirliyor. Bu oranın kendisi de İslam alimleri arasında bir tartışma konusu.
Efektif altruizm hareketi, ne kadar bağışlamamız gerektiği hakkındaki bu kadim tartışmayı yeniden alevlendirdi. Giving What We Can isimli öncü efektif altruizm organizasyonu, kendi andında, yukarıda adını geçirdiğimiz aşardan bahsediyor:
Farkındayım ki, gelirimin bir kısmını anlamlı miktarda iyilik yapmakta kullanabilirim. Daha düşük bir gelirle yeterince iyi şekilde yaşayabileceğimden, yaşamımın kalanı boyunca ya da emekli olduğum güne kadar kazandığımın en azından yüzde onunu başkalarının yaşamlarını iyileştirmek için en iyi şekilde kullanacak organizasyonlara bağışlayacağıma ant içerim. Bu sözü, hür, açık ve samimi bir şekilde veriyorum. 5 bölümde gördüğümüz üzere, başka sözler çeşitli türden taahhütler gerektiriyor. Verme Andını (The Giving Pledge) içen milyarderler, servetlerinin yarısını, ya yaşarken ya da kendileri öldükten sonra vermeyi taahhüt ediyorlar –fakat bu, onlara ya da onların varislerine en azından 500 milyon dolar bırakıyor, dolayısıyla bu taahhüt pek de talepkar değil. Kurucular Andı (The Founders Pledge) ise, start-up kurucularının, şirketlerini sattıklarında elde edecekleri paranın yüzde kaçını (%2 alt sınır) bağışlayacaklarını belirlemesine imkan tanıyor, dolayısıyla bu taahhüt de çok talepkar sayılmaz. Dünya için Bir (One for the World) hareketi ise, adında belirtildiği gibi, öğrenci olan üyelerinden, mezun olduktan sonra elde edecekleri gelirin %1’ini bağışlamalarını taahhüt etmelerini istiyor. %1 Sözü (Pledge 1%) hareketi de, bir önceki harekete benzer şekilde, şirketlerden, kaynaklarının %1’ini hayır kurumlarına bağışlamalarını talep ediyor.
Birkaç kişi bana, ne kadar bağış yapmaları gerektiğini belirlemek için kullanılabilecek farklı bir yoldan bahsetti –bu kişiler, bu yolu, birbirlerinden bağımsız şekilde tasarlamışlardı: Bağış miktarlarını gerekli olmayan harcamalarıyla eşitlemek ve bu yolla lüks ürünlerin kendilerine etiket fiyatının iki katına mal olmasını sağlamak. Bunu yapmak, bazıları için, kendilerinin müsrifliğe yatkınlıklarını engellemenin bir yoluyken, başkaları için ise müsrifliklerini savunulabilir kılmanın bir yolu. Bunun bir diğer avantajı da, bu tutumun düşük gelirliler için de kolay olması, nitekim onların lükse ayıracak pek de kaynağı yok. Ayrıca, bu yol, Gaetano Cipriano gibi sade bir yaşam süren ve üretken yatırımlar yapan yüksek gelirli insanlardan pek de bir şey talep etmiyor. Bu yol, yalnızca lüks ürünler alabilen veya lüks harcamalar yapmayı tercih edenler için talepkar.
Genel olarak, daha fazla kazandığınızda –hem miktar cinsinden hem de gelir yüzdesi cinsinden– bağış yapmak daha kolay olmalı. Dolayısıyla, bu kitabın İngilizce orijinalinin eklerinde, ABD’deki gelir vergisi mükelleflerinin diğerlerinden daha fazla ödeme yapan yarısı için –diğer bir deyişle, düzeltilmiş yıllık brüt geliri 40.000 dolardan fazla olanlar için– bağış ölçütleri öneriyorum. (“Düzeltilmiş yıllık brüt gelir” terimi, ABD vergi sisteminde belirli giderlerden arındırılmamış gelir için kullanılır; örneğin iş giderleri, emeklilik hesapları, sağlık harcamaları için açılan tasarruf hesapları ve üniversite harçları.) Benim önerdiğim bağış oranı, düzeltilmiş yıllık brüt geliri 40.000 ile 81.000 dolar arası olanlar için %1’den başlayıp, ABD’li vergi mükelleflerinin en zengin %0,001’i olan ve yıllık geliri 53 milyon dolardan fazla olanlar için ise %50’ye kadar uzanıyor. Bu bağış düzeylerinin kimse için ciddi bir zorluk çıkaracağını pek zannetmiyorum fakat daha düşük gelirliler için, bireylerin içinde bulunduğu durumlara göre bazı farklılıklar olabilir.
Ektekine benzer bağış planları önerdiğimden bu yana geçen yıllar sürecinde, bazı insanlar bana, zenginlerden benim önerdiğim kadar çok vermelerini beklemenin gerçekçi olmadığını söylediler. Bu kişilerden biri, Giving kitabıyla eski Başkan Bill Clinton’dı.8 Fakat, belli bir yer ve zamanda gerçekçi bulunmayan bir bağış seviyesi, farklı bir yer ve zamanda oldukça mütevazı görülebilir. Şaşırtıcı bir şekilde, 2000 yılında yapılan bir ankete göre, yılda 20.000 dolardan az kazanan Amerikalılar, yılda 300.000 dolar ve daha fazlasını kazananlar haricindeki tüm gelir gruplarına kıyasla, hayır kurumlarına, gelirlerinin daha yüksek bir kısmını –yüzde 4,6’sını, ki bu azımsanamayacak bir oran– bağışlıyorlar. Bağışladığımız miktarlar, içinde yetiştiğimiz ailenin alışkanlıklarından büyük oranda etkileniyor, ki o da aslında çevremizdeki kültürden etkileniyor. 5. bölümde gördüğümüz üzere, insanları davet ediş tarzımız ve birlikte maruz kaldığımız kurumsal yapılar ve toplumsal uygulamalar büyük önem arz ediyor. Biz bu yapıları ve uygulamaları 5. bölümde anlatıldığı şekilde değiştirmeye çalışana kadar, insanların bağış yapmaya aslında ne kadar istekli olacağını bilemeyeceğiz. Önerdiklerim, varlıklı insanların kendilerini yoksullaştırmasını gerektirmiyor. Hala, hayatlarını rahat bir şekilde yaşayabilirler: İyi restoranlarda yemek yiyebilir, konserlere ve lüks tatillere gidebilir, kıyafetlerini her mevsim yenileyebilirler. Herhangi bir varlıklı insanın, eski yaşamına kıyasla, kayda değer şekilde mutsuz olacağından güçlü bir şekilde şüphe ediyorum. Hatta çoğunun eskisinden çok daha mutlu olacağına eminim, çünkü servetleri için, uğrunda harcamaya değer ve tatmin edici bir amaç bulmuş olacaklar.
Kazancın seni ülkenin en çok vergi ödeyen yarısından biri yapmıyorsa bile, hala kenarda biriktirebileceğin bir gelirin olabilir –musluktan akan su yerine, paketlenmiş şişede satın aldığın suyu ya da sodayı hatırla? Ne kadar küçük olduğu önemli olmaksızın, bir şeyler bağışlamakla başla ve bir sonraki hafta biraz daha çok bağışlayıp bağışlayamayacağına bak. Gelirinin yüzde birini bağışlamak zor olmamalı. Ayrıca bu, kendi payına düşeni yaptığını hissettirir (elbette, 3. bölümde alıntılanan Glennview Lisesi öğrencisi Douglas’a verdiğim yanıtta belirttiğim gibi, senin üzerinde herhangi bir otoritem yok. Bu önerilerle birlikte, onların altında yatan sebepleri gözden geçirmek ve yapacağın bağışın miktarına karar vermek sana kalmış).
Bu önerilerin ek bir faydası ise şu: Bu öneriler sayesinde, varlıklı insanlar, kendileri üzerinde aşırı derecede büyük bir yük oluşturmayacak kadar bağış yapsalardı, toplamda ne kadar bağış yapılabilirdi hesaplayabiliriz. Her bir gelir grubunda kaç tane ABD’li vergi mükellefi olduğunu bildiğimiz için, eğer yüksek gelir kesimindeki ABD’li vergi mükelleflerinin tamamı önerilen miktarda bağışta bulunsaydı, dünyanın en yoksul insanları için ne kadar bağış toplanabileceğini de biliyoruz: Cevap, yılda 606 milyar dolar.
Elbette, ABD dışındaki zengin ülkeler de global yoksulluktan kurtulmak için sırtlanılması gereken yükü paylaşmalı. 9. bölümde, dünyada bir milyar zengin insan olduğunu tahmin etmiştim (zenginlik ölçütü olarak Portekiz’de kişi başına düşen ortalama geliri kullandım). Bu insanlar da, kendi ülkelerinde veya başka yerlerde, küresel yoksullukla mücadele konusunda kendim üzerlerine düşeni yapmalılar. Daha basitçe açıklamak gerekirse, global yoksulluktan kurtulma yükünün üçte birinin ABD’nin payına düştüğünü kabul edelim, nitekim ABD’nin OECD üyesi ülkeler arasındaki payı da bu kadar (2017 yılında %34 idi). Bu temelde, diğer OECD ülkelerinin de ABD’dekine benzer bir gelir dağılımına sahip olduğunu varsayarsak, bu tasarıyı dünya çapında uygulamak, yıllık 1,8 trilyon dolardan fazla kalkınma yardımı toplanmasına imkan tanıyabilir. Fakat bu çok da olası değil, çünkü çoğu OECD ülkesindeki gelir dağılımı, ABD’ye kıyasla daha az eşitsiz. Yani, bu ülkelerde, daha az sayıda insan en yüksek seviyelerde para kazanıyor, dolayısıyla bu ülkelerde daha az sayıda insan, en yüksek gelir seviyesindekiler için önerdiğim düzeyde yardım yapabilir. Bu yüzden, 500 milyar doları az önce bahsedilen rakamdan çıkararak, bu miktarı 1,3 trilyon dolara düşürelim. Bu miktar, hala, The Economist’in 9. bölümde tartışılan başyazısına göre, herkesin aşırı yoksulluktan kurtulması için gereken 65 milyar doların 20 katı eder. 9. bölümde, bu tahminin muhtemelen az olduğunu ve bu miktarın iki katının gerekebileceğini belirttim. Eğer isterseniz, siz daha yüksek bir sayıyla çarpabilirsiniz. Yine de, ilk rakamın 20 katı kadar yardım, bunun için yetmeli ve hatta artmalı bile. Elden nakit para vermenin, aşırı yoksulluğu önlemek için en iyi yol olmadığı ortaya çıksa bile, 1,3 trilyon dolar, yalnızca bu yardımı sağlamak için değil, aynı zamanda bu yardımın hangi biçimde en çok işe yarayacağı hakkında araştırmalar ve denemeler yapmak için de yeterli olur.
Bu sebeplerden dolayı, eğer dünyadaki 1 milyar varlıklı insan –benim onlar için yük olmayacağına inandığım– öne sürdüğüm miktardaki kadar bağışta bulunursa, Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi 1’in ilk ve en önemli amacı olan, bir önceki kısımda gördüğümüz, geniş çaplı aşırı yoksulluğu gidermek amacına ulaşabiliriz. Çok büyük ihtimalle, elimizde diğer Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri konusunda ilerleme kaydetmemiz için de yeterli miktarda para kalır.
Hesaplamalardan ortaya çıkan bir başka nokta ise şu: ABD’li vergi mükelleflerinin üst yarısında olan insanların zorlanmadan ödeyebileceği 604 milyar doların, yalnızca 48 milyar doları, yıllık gelirleri 140.000 dolardan düşük olan, yani ABD’deki gelir sahiplerinin en üst %10’unda yer almayanlardan gelmekte. Kısaca, eğer yılda 140.000 dolardan az kazanan birinden, gelirlerinin %1’ini bağışlamalarını istemenin bile fazla talepkar olduğunu düşünüyorsan –kaldı ki benim düşüncem bu değil– yalnızca ABD’li vergi mükelleflerinin ilk %10’unda yer alanlardan toplanan miktar hala 556 milyar dolar olurdu, ki bu dünyanın kalan 1 milyar varlıklı kişisiyle beraber 1 trilyon dolardan fazla para toplanmasını sağlar ve bu The Economist’in dünya yoksulluğunun giderilmesi için öngördüğü miktarın hala 15 katıdır.
En Büyük Motivasyon
Eğer sen ve dünyanın varlıklı ülkelerindeki diğer hali-vakti yerinde insanlar bağışta bulunacak olsaydı, diyelim ki gelirlerinin %5’ini küresel yoksullukla savaşmaya ayıracak olsaydı, senin şu an olduğundan daha az mutlu olma ihtimalin düşük olurdu. Harcamalarında bazı düzenlemeler yapman gerekebilirdi, fakat bu düzenlemeler muhtemelen senin yaşam-tatmininde çok küçük bir fark yaratırdı ve hatta hiçbir fark yaratmazdı. Yeni etik anlayışın, sana tüketimle ilgili yeni bir bakış açısı sağlıyor. Buna göre, artık, başka insanlar yeni kıyafetler veya yeni bir araba alamadığını düşünmesinler ya da evini yenileyemediğini zannetmesinler diye dış görünüşünü kurtarmak için para harcamak zorunda değilsin. Şimdi, insanlara paranı kullanmanın daha iyi bir yolunu bulduğunu söyleyebilirsin. Aslında, insanların seninle ilgili ne düşündükleri hakkında telaşlanmaktan vazgeçebilirsin, çünkü bu durumda senin özsaygın, başkalarının senin hakkında değişen koşullara bağlı olarak düşündükleri üzerinde değil, başkaları için neler yaptığın üzerinde, güvenle temellenmiştir. Çok büyük ihtimalle, daha önce olduğundan çok daha mutlu olacaksın, çünkü dünyanın en yoksul insanlarına yardım eden ortak çabada rol almak, hayatına daha büyük bir anlam katar ve sana daha büyük bir kişisel tatmin hissi verir. Bağışta bulunmanın, kendi hayatlarına yeni bir amaç ve anlam verdiğini söyleyen insanlardan çok sayıda e-posta aldım. Bağış yapmak sana da aynı hissi verebilir.
Oğlundan efektif altruizmi duyduktan sonra, Fistül Vakfına (Fistula Foundation) ilgi duymaya başlayan Washington’lı hekim John Moran’ı ele alalım. Moran’ın araştırması, onu obstetrik fistül hakkında bilgi edindiği ve bir bağışın yol açabileceği somut faydaları görüp etkilendiği internet sitesi The Life You Can Save’e ulaştırdı. Fistül tedavilerine yardım etmek amacıyla, aylık bağışlar yapmaya karar verdi. “Bu bana her ay kendimi iyi hissettiriyor” diye yazdı. “O ay başka herhangi bir şeyi başaramamış olsam bile, en azından bir tedavinin masrafının karşılanmasına yardım etmiş oluyorum.”
Bilge insanlar yüzyıllardır, iyi eylemlerde bulunmanın, tatmin hissi sağladığını söylerler. Buddha, takipçilerine şöyle bir tavsiyede bulunmuştur: “Kalplerinizi iyi şeyler yapmak üzerine kurun. Bunu tekrar ve tekrar yapın, sonunda sevinçle dolmuş olacaksınız”. Sokrates ve Platon, adil insanın mutlu olduğunu öğrettiler. Bugün, iyi yiyeceklerden ve şaraplardan haz duyan insanlara “epikür” (keyfine düşkün) diyoruz. Fakat, bu yaşam şekline ismini veren felsefeci Epiküros şöyle yazmıştı: “Makul, asil ve adil bir biçimde yaşamaksızın, keyifli bir hayat yaşamak imkansızdır.”
Antik çağdakilerin bu bilgeliği hala geçerliliğini korumaktadır. ABD’li 30.000 hane halkı ile yapılan bir anket, hayır işlerine bağışta bulunanların “çok mutlu” olduklarını söyleme oranlarının hayır işlerine bağışta bulunmayanlara kıyasla %43 daha fazla olduğunu ortaya koydu, ki bu fark, hayır işleri için gönüllü çalışanlarla çalışmayanlar arasındaki kıyaslamada da mevcut. Farklı bir çalışmaya göre, bağışta bulunanların, bulunmayanlara göre umutsuz hissetmesi %68, “hiçbir şeyin onları neşelendiremeyeceği kadar üzgün” hissetmeleri ise %34 daha az muhtemeldir.
Gönüllülerle –hem çalışanları hem de kan bağışçıları– ilgili muazzam miktarda deneyim sahibi bir organizasyon olan Amerikan Kızılhaçı da benzer bir fikirdedir. Bu kurum, insanları gönüllü olmaya şunları söyleyerek teşvik eder: “Başkalarına yardım etmek iyi bir histir ve kendin hakkında iyi hissetmene yardımcı olur”. Psikolog Jane Piliavin, bunu test etti ve herhangi bir gönüllülükte olduğu gibi, kan bağışında bulunmanın da insanları kendileri hakkında iyi hissettirdiğini ortaya koydu. Bu etki özel olarak yaşlı insanlarda belirgin hale gelmiştir, öyle ki, gönüllülüğün yaşlı insanların sağlığını iyi bir şekilde etkilediğine, hatta daha uzun yaşamalarına yardım ettiğine dair bulgular vardır. Öte yandan, yardım almanın bunun kadar yararlı bir etkisi yoktur. Mutluluk Hipotezi (The Happiness Hypothesis) kitabının yazarı olan psikolog Jonathan Haidt şöyle eklemiştir: “En azından yaşlı insanlar için, vermek almaktan daha huzurludur.”
Bağış yapmak ve mutluluk arasındaki ilişki aşikar olsa da, anketler bu ilişkide neyin sebep neyin sonuç olduğunu gösterememişlerdir. Yine de araştırmacılar, insanlar iyi şeyler yaptıklarında, onların beyinlerinde neler olduğunu incelemişlerdir. Bir deneyde, ekonomist William Harbaugh, ekonomist Daniel Burghart ve psikolog Ulrich Mayr, 19 kadın öğrencinin her birine 100 dolar verdiler. Beynin çeşitli kısımlarının aktivitesini gösteren manyetik rezonans görüntüleme sırasında, öğrencilere, verilen paranın bir kısmını bölgesel aşevlerine yoksul insanlar için bağışlama seçeneği sunuldu. Gözlemlenen etkinin, örneğin başkalarının onlar hakkında ne düşündüğü kaygısından değil, tamamen bağış yapmış olmaktan geldiğinden emin olmak için, öğrencilere kimsenin, hatta deneyi düzenleyenlerin bile, hangi öğrencilerin bağış yaptığını bilemeyeceği söylendi. Bu araştırma, öğrencilerin bağış yaptığında, beynin “ödül merkezleri” olan kaudat nükleus, nükleus akumbens, ve insülae’nin aktif hale geldiğini gösterdi. Beynin bu bölgeleri, tatlı bir şey yendiğinde veya para kazanıldığında da aktif hale gelir. Yardımseverler, çoğu zaman başkalarına yardım etmekten gelen “sıcak hissi” (“warm glow”) tarif ederler. Böylece, bu hissin beyinlerinde gerçekten var olduğunu da gördük.
Çoğumuz, uyumu uyumsuzluğa tercih ederiz, hem kendi zihinlerimizde hem de insanlar arasında. Bu içsel uyumu, nasıl yaşadığın ile nasıl yaşaman gerektiği arasındaki bariz çelişkiler tehdit eder. Aklın sana dünyadaki en yoksul insanlara azımsanamayacak bir yardımda bulunman gerektiğini söylerken, duyguların seni bu doğrultuda davranmaya itmiyor olabilir. Eğer ahlaki argümanlara ikna olmuşsan, fakat bu argümanlara göre davranmak için yeterince motive olmamışsan, şunu dene: Baştan sona etik bir hayat yaşaman için ne kadar çok şey yapman gerektiği ile ilgili kaygılanmak yerine, şimdiye kadar yaptığından önemli ölçüde daha büyük olan bir şey yap. Daha sonra, bunun nasıl hissettirdiğini gör. İyi hissettiriyorsa, aynısını yapmaya devam et, ya da azıcık daha fazlasını yapmak için kendine meydan oku. Bağış yapma konusunda “kendi rekorunu” kırmayı dene. Bunu, mümkün olabileceğini düşündüğünden daha ödüllendirici bulabilirsin.
Hayatını, haksızlığa uğramış olanlar, yoksul insanlar ve baskı görenler için mücadele ederek geçirmiş olan Henry Spira’yı tanıyacak kadar şanslıydım. Hiçbir zaman çok fazla parası olmadığı için onun hayırseverlik yapma şekli, zamanını, enerjisini ve zekasını bir fark yaratmak için kullanmaktı. 1950’lerde ABD’nin güneyinde yurttaşlık hakları hareketinin yürüyüşlerine katıldı. Tüccar bir denizci olarak, dünyanın çeşitli yerlerinde denizlere açılıp yozlaşmış sendika patronlarına karşı savaşmak için, isyancı sendika örgütlerine katıldı. 1960’ta New York’un öğretmenlik yapması en zor olan devlet liselerinde ders verdi. Kozmetik şirketlerini, ürünlerini hayvanlar üzerinde denemek yerine, alternatif yollar bulmaları için ikna etmekteki başarısı ile, 1970’lerde hayvan haklarının olağanüstü derecede etkili bir savunucusu haline geldi. Yetmişli yaşlarındayken kansere yakalandı ve hayatının sonuna yaklaştığını biliyordu. O zamanlarda, zamanımın ciddi bir kısmını onunla birlikte geçirdim ve konuşmalarımızdan birinde, onu hayatını başkaları için çalışarak geçirmeye iten şeyi sordum. Şöyle yanıtladı:
Sanırım temelde, insan, hayatının ürün tüketmek ve çöp üretmekten daha fazla bir şey olmasını ister. Bence bu kişi geçmişe bakmak ve dünyayı başkaları için daha iyi bir yer haline getirmek için elinden gelenin en iyisini yapmış olduğunu görmek ister. Bu duruma şu bakış açısından da yaklaşabiliriz: Acıyı ve ızdırabı azaltmaktan daha büyük nasıl bir motivasyon olabilir ki?
Kurtarabileceğin Hayat
Küresel Yoksulluğu Sona Erdirmek için Payına Düşeni Yapmanın Yolları
Yazar: Peter Singer
Türkçeye aktaran: Eren Aslı Tekin ve Faruk Tayyip Yalçın