Tarihi yazan ve yaşayan her ne kadar insanoğlu olsa da tıpkı beşer hafızası gibi tarihe tanıklık eden eşyalarında bir hafızası, tarihî şuuru vardır. Bu minval üzere değerlendirildiğinde toplumların tarihilerinde sahip oldukları eşyalar kıymetli hazineler hükmündedir. İnsanlar değer verdiği ve sevdiği kişilerin hatırlarını her zaman yaşatmak ve korumak isterler. Özellikle de toplumların nezdinde önemli bir yere sahip olan peygamberler, devlet lideri ve kahramanlar gibi tarihi kişiliklerin şahsi eşyaları birer hatıra olarak halk tarafından saygı ve hassasiyetle korunmuştur.
Türk-İslam tarihinde de başta Allah Resulünün şahsi eşyaları olmak üzere, İslam ve Türk tarihi için öneme haiz olan eşyalar büyük bir gayret ve hassasiyetle korunmuştur. Bilhassa Haçlı Seferleri, Moğol Tahakküm ve Mezalimi gibi önemli tarihi dönüm ve kıyım dönemlerinde dâhi Müslümanlar kendilerine emanet olarak gördükleri bu mukaddes değerleri canları pahasına korumuşlardır.
Özellikle de bu mukaddes emanetlerin korunması hususunda Müslüman devletler mukaddes eşyaları kendilerinden önceki devletlerden emanet almış ve sonraki yüzyıllara taşımışlardır. Nitekim kutsal emanetler Emevi, Abbasi ve ardından Memlüklere geçmiş ve Memlüklerden de Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi vesilesi ile Osmanlı’ya intikal etmiştir.
Ünlü seyahatnâme yazarımız Evliya Çelebi’nin belirttiğine göre: “Üzerinde aslan tasviri ve kûfî hatla “nasrun minellah” yazısı olan kırmızı bir sancak, mücevher kakmalı bir kutu içinde Hz. Peygamber’in Uhud Gazvesi’nde kırılan dişi (dendân-ı saâdet), bir tutam lihye-i saâdet (sakal-ı şerif), sürmedan ve mili, hurma lifinden örülerek içi ziftle sıvanmış bir adet abdest ibriği, sanavber ağacından bir tesbih, bir kıta şimşirden nalın, bir asâ, pâpûş-ı şerif, iki kıta hırka-i şerif, hurma lifi, sarıya mâil beyaz pamuklu ince dokuma bir hil‘at, bir kara kılıç, bir deve yünü kuşak, bir deve yünü ridâ, bir deve yünü destâr-ı şerif ve beyaz sûzenî arakıyye” gibi eşyalar Osmanlıya geçmiştir. Bu eşyalar altın simli bohçalara sarılmış, katkat örtülmüş ve üzerlerine “Hâzâ muhallefâtü Resûlillah” yazılmıştı.
Ünlü seyyahımız, Yavuz Sultan Selim’in bu eşyaları yüzüne ve gözüne sürerek, “Şefaat yâ Resûlellah” diyerek mühürlettiğini ifâde etmiştir. Bu emanetler gemilere yüklenerek Osmanlı başşehri İstanbul’a gönderilmiştir. İlerleyen süreçte Mekke ve Medine’de bulunan birtakım diğer kutsal emanetler de belirli aralıklar ile İstanbul’a gönderilmiştir.
Mukaddes emanetlerin bir kısmı ilk zamanlar Hazîne-i Hümâyun’da muhafaza edilirken II. Mahmud döneminde (1808-1839) Has Oda Kasrı’na alınmıştır. Topkapı Sarayı içerisinde Has Oda’ya dâhil bir birim olarak Mukaddes Emanetler Dairesi oluşturulmuş ve getirilen kutsal emanetler burada korunmuştur. Günümüzdeki teknolojik gelişmelere bağlı olarak gelişen ışık, sıcakık ve oksijen seviyesi gibi teknik bilgiler eşyaları en uygun vaziyette koruma imkanı sağlasa da o dönem için böyle bir teknik bilgi olmadığı için Osmanlılar da geleneksel usuller ile mukaddes emanetlerin en hassas şekilde korunması için ne gerekiyorsa yerine getirmişlerdir.
Başta Osmanlı Sultanları olmak üzere devlet ricali tarafından önemli törenlerde mukaddes emanetler ziyaret edilmiş ve gereken hürmet gösterilmiştir. Ayrıca mukaddes emanetlerin Osmanlı Devleti’nin bünyesinde bulunması başta sultanın halife unvanının tescilini, devletin ise meşruiyetine sağlamıştır. Osmanlı Devleti’nin İslam aleminin lideri olmasının en büyük göstergelerinden biri kabul edilmiştir.
Topkapı Sarayı’na getirilen ve hâlen burada önemle korunan en değerli başlıca eşyalar şunlardır: “Hırka-i saâdet, Sancak-ı şerif, Hz. Osman’ın Mushafı, Dendân-ı saâdet(Resûl-i Ekrem’in Uhud Gazvesi’nde kırılan dişinin parçasıdır), Sakal-ı şerifler, Kavs-i saâdet, Kadem-i şerifler, Na‘leyn-i saâdet (Hz. Peygamber’e nisbet edilen ayakkabılardır), Mühr-i saâdet, Hz. Fâtıma’nın gömleği, Hz. Hüseyin’in gömleği, Hz. Mûsâ’nın asâsı, Hz. Yûsuf’un sarığı, Kâbe’nin kilit ve anahtarları, Tövbe kapısı kanadı, âbe olukları, Hz. Ebû Bekir’in, Hz. Fâtıma’nın ve Hz. Ömer’in kabir örtüleri”
Bu eşyaların dışında Hicaz Bölgesinde, Kutsal topraklarda kalan diğer birtakım eşyalarda özellikle I. Dünya Savaşı sırasında İngilizler tarafından Mekke ve Medine’nin işgali neticesinde Medine Müdafii Fahrettin Paşa tarafından İngilizlere bırakılmamak için İstanbul’a getirilmiştir.
Bu dönemde Medine’de bulunan Naci Kaşif Kıcıman’ın anlattıklarına göre, Hz. Muhammed’in türbesi Ravza-i Mutahhara’da bulunan bu değerli hazine, sorumlu kişiler tarafından kütük kayıtlarına uygun şekilde sayılmış, paketlenmiş ve sandıklara yerleştirilmiştir. Yaklaşık 2 bin askerden oluşan bir bölük askerin muhafaza ve himayesinde 14 Mayıs 1917’de Medine’den yola çıkan tren, 27 Mayıs 1917 günü İstanbul’a sağ salim ulaşır.
Kutsal Emanetlerin İstanbul’da olması devletimiz ve milletimiz için en büyük şeref ve gurur kaynağıdır. Özellikle başta Mübarek Ramazan ayı olmak üzere yerli ve yabancı milyonlarca kişi tarafından bu emanetler ziyaret edilmekte, değeri, ruhu ve tarihi şahitliği hissedilmekte ve insanlar tarafından büyük bir hürmetle karşılanmaktadır.